13 Ocak 2013 Pazar

Bir Garip Deli Bozuk


"Dua et, Allah'a sığın oğlum. O'ndan başka kapı yok, Allah'a sığın." dedi babası telefonu kapatırken.

7 yıldır gurbetteydi. 5 yıldır ateistti. sığınacak bir tanrısı bile yoktu. çoğu zaman babalık yapmadığı gerekçesiyle suçladığı, sıklıkla da elinden geleni yaptığını düşünüp affettiği hasta babasından bu sözleri duyduğunda acı acı gülümsedi yaşla dolmuş gözlerinin üstünden. 

ironi. ikilem. kaos. kavramların, tutumların ve sosyal-siyasi-dini cephelerin kargaşası, ona dayattıkları içinde geçmişti hayatı 14 yaşından bu yana.
6 yıldır içtiği, 3 yıldır bırakmaya çalıştığı sigarasından bir tane daha yaktı. Kendini düşündü. Son zamanlarda hayatını birden fazla karakterle yaşadığını düşünüyordu. birden fazla tutumla, düşünce sistematiğiyle. Bunların arasında en belirgin iki kutup oluşmuştu; biri aydınlık taraf, diğeriyse karanlık taraf. Zihninde bu kutupların savaşları yaşandıkça günü gününe, tutumu tutumuna uymuyordu. Dengeli duran bir dengesizlik edinmişti. Deli Bozuk sıfatını bu yüzden kendine layık görüyordu. Ama bu başka zamanın konusu olduğu için şimdi bunu anlatmayacağız.
Telefonda çok kısa bir zaman muhattap olduğu bir aile dostundan bahsetti babası. Yakın zamanda ayaküstü muhabbet etmişti bu adamla. Adam, babasına Deli Bozuk için "Ne harika bir çocuk, sohbet etmeye doyamadım ben" gibisinden bir şeyler söylemişti. Alışıktı bunun gibi iltifatlara küçüklüğünden beri fazlasıyla duyduğu için.
Sevilen şeyler, büyütülen hayran kalınan şeyler özünde bir o kadar büyük kusurlar içeriyor. Güzellik zalim bir metres. İçten içe küpünü erittiğin, sonrasında dönüp kendi içini zehirlediğin çoğu zaman zararlı, çoğu zaman da ego okşayan tehlikeli bir uyuşturucu. Ve bunun paralelinde, sormadan edemiyordu bu kadar kaliteliyse eğer, neden bu kadar kalitesiz bulduğunu kendini. Ya da neden bu kadar kalitesiz yaşadığını. 

Belki cevabı içinde. Belki cevabı tamamen kendi çıtaları onu bu konuda depresifleştiren, huzursuzlaştıran. Bunu öğrenmeye çalışmak için çok konuşurdu, çok susardı, çok okurdu. Daha ulaşamadı cevabına. Ve korkuyordu öznelliğinden ötürü cevabı hiçbir zaman bulamayacağından. 


43 dakika önce başladığı yazıya son verdi. 10 dakika önce doldurduğu çayından bir yudum alarak.

4 Mayıs 2012 Cuma

Opportunist hayatların beline beline vuran kaygan piçlerden olmamaktı mesele aslında. Parlayın ecdadını siktiklerim, parlayın. 'Ye kürküm ye'ci kaypak ruhlu dangalaklar sizi. Cilalayın kendi kendinizi, nokta kadar kusurunuz kalmasın, kalırsa orospu evladısınız. 


Kişisel markalaşma akımına, kendini pazarlama kaygısına olan duruşumu belirtmek için böyle "hele bi otur soluklan yeğen" kalibresinde söze girdiğim için özür dilemiyorum çünkü ben hep anti-heroları sevdim. Çiziksiz olma düşüncesi tüylerimi ürpertiyor. Bundandır belki bilinmez, yolunda giden her şeye çomak sokmaktan bir an bile geri durmayışlarım. "Ah bebeğim çok sayko konuşuyorum değil mi? Nasıl nasty sevişiriz seninle bir hayal et, fight clubtaki gibi ehi ehi." Vitrinciliğimi yapıp kafamı rahata aldığıma göre devam edebilirim artık.


Sosyal medyanın, bu öz-markalaşma dürtüsüne çok önemli bir kol hatta ciddi bir destekçi olduğunu düşünüyorum fazlasıyla. Kalburüstü fotoğraf makineleriyle çekilmiş estetik fotoğrafların, bir çift ayağa sahip olduğunuzu gösteren "nerelere gittim, nereleri gezdim" ilanlarının, sürekli bir şeyleri ötekileştiren veya bizleştiren 140 karakter uzunluğunda beyanların çok kullanışlı gözlem malzemeleri olduğuna inanıyorum. 


Toparlayamadım tabii sağdan soldan sürekli dikkatim dağılırken. Şuraya getirip ikinci bir postaya bırakayım bu pisliğin temizliğini: "Hayatta tek eksiğim yarraktı, onu bulmanın KEYFİ." insanları türedi mantar gibi. Keyfimiz hiç yerinde değil inanın. Çok canımız sıkılıyor, ve hayatımızı neyin üzerine oturtacağımız bilmiyoruz. Korkuyoruz üzgün olmaktan, ağlamaktan da ağlarca korkuyoruz. Bu kadar keyifsizlik arasında, keyif süremiyor olmanın bizi ötekileştireceği, toplumdan tüküreceği endişesiyle yapıyoruz bu "... keyfi" triplerini. Perakende olarak keyif satın alıyoruz 5 TL'lik bir kahve ile, toptan olarak bunu kendi kaşemiz altında pazarlıyoruz. Çok yazık değil mi? Mutsuzsunuz işte nikahını sikiym. Götünüz titriyor kendinizle yüzleşmekten. 
Normal bir aynada bir dostun, bir aşığın yanına geçip görüntünüze katıla katıla beraber gülebilme gücüne sahip değilsiniz. Başka türlü gösteren, ihtişam katan aynalar arasında köşe kapmaca oynuyorsunuz böcekler gibi. Kafanıza sıçıym. Bu kafanız yüzünden beni de bunalımlara sokuyorsunuz. Huzursuz oluyorum. Sikimle taşşam, ipimle kuşşam tavrıma rağmen takıyorum kafaya sizin bokluklarınızı. Neyse. Şimdi sikmicem, sabaha saklıycam bu konuyu. 


İyi gece.

28 Şubat 2012 Salı

Sayaç Değişikliği

Eski sayaç sadece birbirinden kaç farklı noktadan blogun ziyaret edildiğini gösteriyordu. Yani blogun kaç kere ziyaret edildiği değil, kaç kişi tarafından ziyaret edildiğini gösteriyordu. Değiştirdim ben de. Başlangıç sayısı sordu sayacı siteye koyarken, ben de o ayrı ayrı ziyaret eden 4000 küsür kişiyi başlangıç kabul ettim. Bu yenisi çok sikko bir şey ama, idare edeceğim artık, ona vakit ayıramayacağım şu sıralar. Ha amacımız popülarite tabii canııım, milyonlar beni okuyor demek için bu çabalar hep.

17 Şubat 2012 Cuma

Uzatmalı Hüzzam

     Adam da nihayetinde doyuma ulaştığında kadının yanına atıverdi kendini. Solukları düzene girerken adamın düşünceleri de berraklaşmaya başlamıştı. Onca geçen zamanı hayal ediyordu bir kez daha. Yıllar önce, aşkı tanımadan önce tanıdığı kızı, şahane fiziğiyle yanında yatmakta olan az önce deliler gibi sevişirken bayağı bayağı kadın olduğunu hissettirirce iyi sevişen kadını tanıdığı ilk zamanlara gitti. Hep ham kalmış bir hikayenin başlangıcıydı bu. Gençliğinin acemiliğiyle daha kızın dudaklarını dahi tatmadan yüzüstü bırakmıştı onu çocuk. Siktir çekmişti, evet. Ve o günden sonra başladı bu uğursuz traji-komik aşk hikayesi. Hamuruna bir kere siktir çekmek katılmıştı ya, uslanmayacaklardı bundan sonra. Zaman geçmişti, yolları tekrar birbirine çıkmıştı, bu sefer de kız katlanılması zor şekilde ortada bırakmıştı çocuğu. Bu arada adam sigarasına uzanmaya yeltendi ki, kadın kolundan çekiştirerek yakındı:
-Şimdi yakmasan?
Adamın içi sigarasızlıktan değil, “kadının beni sev” tonundaki sesinden daraldı. Yüzüne bakma isteğiyle kavrulmuştu o an. Tekrar aşık olma korkusuyla güç bela bastırdı kendini. Zihninin sesine kaldığı yerden yine kulak verecekken kadın dur denmeyecek bir estetikle sokuldu adamın göğsüne. Kahpe her şeyi daha da zorlaştırıyordu hem de hiçbir şeyin farkında olmadan. Hikayeye döndü adam, kadının terle karışık parfümünü daha fazla duyduğu bu hale karşı hakimiyetini bırakmamayı istiyordu. Uzun bir süre kız her istediğinde çocuğun hayatına girecek gibi olup olup ortadan kaybolmuştu. Neden bu gibi durumlarda birbirlerine ulaşamamalarına dair anlattığı insanların kolay anlamayacağı sebepleri vardı adamın ama zaten anlatmayı da pek sevmezdi. Sevgilileri oluyordu tabii ki ikisinin de. Kızın, adamın eksikliğini hissettirmedikleri doğal olarak düşünülebilen sevgilileriyle; çocuğun, bu düşüncesinde pek de haklı olmasa da kızın eksikliğini hissettiği sevgililerini çırılçıplak bağlayıp canlı canlı domuzlara yedirdiğini hayal etti adam. Ama bu hayalden bir suçu olmayan kendi sevgililerini çıkarttı, kızın sevgililerinin diri diri yem edilmesinde sorun yoktu.
Suskunluğunun uzunluğundan kadın da rahatsız olmuş olacak ki ürkek sayılabilecek bir sesle sordu:
-Ne düşünüyorsun?


     Adam aklındakilerin, bu çok uzun şaşkın dramın bitmek bilmeyen olay örgüsünden kurtulmak için cevap verdi:
-O piçlerin göğüsleri altında da böyle inleyip inlemediğini.
Başlangıcından itibaren aynı ruhsuz tonda ilerleyen sözlerinin bitimiyle köprüden önceki son çıkış da arkada bırakılmıştı artık. Her ne kadar adam ruhsuz şekilde sarfetse de bu sözleri, kadınla birlikte o da sarsılıyordu söylediklerinin şok ediciliğiyle. Kadın donup kaskatı kaldığından olduğu gibi adama baktı ve sadece hasta bir sesle hıçkırır gibi konuştu:
-Ne?
Adamın gözleri yanarak dolmuştu. Hiç bu noktaya gelmemiş olmayı arzuluyordu tüm benliğiyle. Keşkeleri tamamen bu hikayenin hep hayatının bir boşluğu, bir eksikliği olarak kalmış olmasına dair hale geldi o an. Tıpkı zamanında “yeminlerinin hepsinin onun üstüne” dair olması gibi. Artık geri dönüşün olmadığını biliyordu adam, söze nasıl başladığını anlamadı:
-Daha fazla siktir yok artık.
Kadın felç gibi bakıyordu adama, bir şeyler demek için kıpırdanmışken adam hayatında hiçbir kadını öpmediği şekilde ihtirasla ilişti karşısındaki ince ve şekilli dudaklara. Kadının dudaklarından ruhunu emip bitirmiş gibi ayrıldığında gözlerinden kan fışkırtırcasına patlayan ağlamasıyla beraber konuşmaya çalıştı:
-Kirlenmemiş bir tek sen kalmıştın. Artık sen de kirlisin!
Hızla bir eli komodindeki tabancaya uzanırken diğer eli de başının altındaki yastığı kadının suratına gömdü. Kadının çırpınmasına dahi izin vermeyecek süratle geçmişin tüm ağırlığını saldı tetiğe. Sevdiği veya bir zamanlar sevdiği kadının dağılmış yüzünü görmemek için kullandı yastığı. Yavaş ilerleyen olayların aldığı hızın da şokuyla hıçkırarak ağlamaktan nefes alamadığını söylemek mümkündü. Dört el daha ateş etti. Bir robot gibi doğrulup kitaplığın çekmecesinden ilk tanıştıkları zamana ait, biri kızın biri de kendinin olmak üzere iki fotoğraf çıkardı. Kendi fotoğrafını kadının kalp hizasına koyup yanına uzandı. Diğer fotoğrafı da kendi kalp hizasına koyup kızın eline elini kenetlerken mırıldandı:
-Her şeyden biraz kalır. Ve her şey başladığı yerde bitirilir.
Fotoğrafın üstünden ateşledi silahı kalbine. Belki kadını oraya daha fazla sokmak için, belki de oradan çıkarıp atmak için. O da emin değildi. Ve galiba ölmüştü.

18 Aralık 2011 Pazar

Susturamadığım aşk şarkılarım var
nota nota beste
hece hece söz kadın
Beyaz omuz kemiklerinde 
silinmeye yüz tutmuş öpücüklerimi
sevip yerine bırakıyorum
gün sökerken gecenin günahını

Kargalar ağlıyor soluk sevdalara
dinliyorum, üzülüyorum belki
Cumartesi gecesi durulduğunda hatırlanan
aşklar sıkışıyor gözlerime
Ağlamıyorum
salıveriyorum

18 Kasım 2011 Cuma

Otobüsün kalabalığı arasında sıska ciğerleri telaş içinde hava almaya çalışırken o ana dek kaç çelimsiz elin dokunduğunu hayal edemediği duracak düğmesine yaslandığı için şoförün uyarısıyla algıları açılmıştı. Açılan algılarının ilk idrak ettiği şeyin çocukluğun kabusu Gargamel'i zihninde hortlatan şoförün burnu olmasını pek doğal karşılamamamış olacaktı ki rahatsız adımlarla gitti dayanacağı yeni yere. Her zamanki huzursuzluğuyla şımartılmış çocuklar gibi gözünün gördüğü görmediği her şeye lanetler savuruyordu. Şoförün burnunu düşündü, iç açıcı olmadığı gerekçesiyle harcayıp bitirdi bu konuyu hemen oracıkta. Yeni geçici yurdunda tam karşısındaki koltukta oturan gözlerinin kör olduğu belli bir ihtiyar ve o koltuğun arkasında ince kollarını ihtiyarın omuzlarına salmış çocuk olamayacak kadar büyük, reşit olamayacak kadar da küçük kız ayakta sürdürüyordu yolculuklarını. Kızın güzel sayılamayacak temiz yüzüne daldı dikkatsizce. Çevresinden utanır gibi ilgileniyordu önündeki belki babası belki de dedesi olan adamla. Titrek bakışlarına maruz kaldı kızın ve o an anladı bu durumun daha önceleri de yaşanmış olduğunu. Hırpalanmış, zorlanmış ve yorgun gözler gördü çilli elmacık kemiklerinin üzerinde. Ama dikkatini bir şey daha çekmişti ki, o an içine üşüşen hafakandan bayılacağını düşündü. O gözlerin beyazlarında körpe bir heyecanın cilaladığı umut yakamozları parıldıyordu. 
Şefkat duygusunu pek hissetmezdi ama tam orada neredesin anaç sayılabilecek bir keskinlikte şefkata bulanmıştı. İhtiyara sarılmak, kızın yanaklarından makaslar almak, belki derme çatma ama içtenlikle ısıtılmaya çalışılan evlerine kadar eşlik etmek istediyse de düşüncelerinin kendi benliğine saldırıya geçmeye başlaması gecikmedi. Hiçbir zaman da gecikmezlerdi zaten lüzumsuzlar. Hoşnutsuzluğu taşınmaz halde, pislik yuvası çantalara dönüşmüş, omuriliklerinden aşağı doğru süzülen bir ürperti, bir acı halini almıştı. Zihnine dolanları kontrol altına almaya çalıştıkça daha da batıyor, küçülüyor, kendinden soğuyordu önü alınmaksızın. Gözleri aklındaki kovalamacaların etkisiyle sağa sola oynaşırken o kardeş gibi şefkat duyduğu küçük kızın dekoltesine iliştiğini farketti bakışlarının. Etkisinde olduğu soğuk terler iğretiye, mide bulantısına evrilmişti tam o an.
Daha fazla kaldıramayacağına karar kıldı. Devam edemezdi, kendine olan saygısını toparlamaya çalışırken, yeniden düşman edinemezdi kendini. Uzaklaştı otobüsün arka taraflarına, derin soluklar eşliğinde o salak butona astı iğrençliğini. Kapının açılıp adımını dışarı atmasıyla sigarasının ateşlenmesi bir oldu. Varlığına kin kusarken hareketlenen otobüsü süzdü kısa bir süre. Evet, kesinlikle nefret ediyordu kendisinden.


Uzun zaman sonra, çalakalem yazıverdim.

14 Ekim 2011 Cuma

Yapım aşamasındayız sayın olmayan okuyucular. hatta birinci çoğul şahış değil, doğrudan "aşamasındayım." 
İzmir Metrosu Fahrettin Altay'a ulaşmadan önce bitiririm diye düşünüyorum. Mukadderat bu işler, allah ol demeden olmuyor sonuçta, n'apalım.

18 Haziran 2011 Cumartesi

Neden "ayrıksı"?

"Tabur tabur askeri birlikler oluşturdukları, aynı marşları aynı biçimde söyleyerek aynı koğuşlarda aynı kıvrılışlarla yattıkları ve bu edimlerle beraberlik ruhunu yakaladıklarını sandıkları, sonra bir bavul dolusu anıyla terhis olup eve döndükleri, anne babalarına hiç değişmeyen ve toplumun hazırladığı reddedilmez duygularla sarıldıkları, aynı yasalara uyarak evlendikleri, babalarından devraldıkları yöntemlerle seviştikleri ve babalarından boşalan iş kadrolarına kaplanınca dünyanın yarısını ele geçirmişcesine sevindikleri ve tıpkı kendilerinden öncekiler gibi gene çocuk doğurdukları ve onları besleyip büyütmeye başladıkları ve bütün bu olup bitenlere 'dönüp duran paslı bir çember' diyecekken 'akıp giden yaşam' adını verdikleri uyumsuz bir toplumda, yelken kulaklı bir uyumsuzdum ben. "

Hasan Ali Toptaş 

15 Haziran 2011 Çarşamba

Önce bir deprem bir kızıl kıyamet
şakaklarımda zonklayan
Trafik ışıklarının anarşisi
tüm renkler berduş
Zincirleme sevdalara üşüşüyor rakı kamyonları
Çok ölü çok yaralı gönül bültenlerinde
sirenleri de ağır hep dikiz aynasında gözü
Bir dal sigaraya bin uçurum iliştirip
son çöp kibrite duacı
Diller sarhoş, yollar ayyaş
Yaktı serseri

3 Haziran 2011 Cuma

Bu blog benim lan, istediğim gibi kullanırım yani kime ne di mi? sanki bunun aksini düşünüyomuş gibi davrandığımı farkettim galiba. istediğim gibi sıçıp batırabilirim buraya yani. bak sözlükte bir şey vardı, "en yalın en küçük hecelerle" diye. altına şöyle ekledim:

"en yalın en küçük hecelerle anlattım seni viyadüklere. teker uğultuları boğdu alkol kokan soluğumu. sustum, sakladım seni içime. yanlış şehre giden yolcular gördüm el salladım, selam söylemelerini söyledim sana. belki alırsın, belki almazsın. en yalınayak, en küçük adımlarla düştüm yoluna. sen duymadın."

mesela yani. teoman ne ekmek ne de su diyodu. ona buradan eşlik edebilirim. kesmeşeker çalıyo şimdi, ne zaman gitti tren, bi ben kaldım bir de gölgem, saatim mi geri kalmış bilmem, ne zaman gitti tren. bir rüzgara kapıldık biz. yelkenler delik deşik. acıktık bir anda acıya, bir rüzgara kapıldık biz. filan filan

geceleri uyku tutmuyo anasını satıym, böyle millet de çekiliyo ufaktan, of öylesizliğin daha güzelmiş öylece dedi şarkı imana geldim burada. neyse işte, dilim şişiyo filan, yazıyorum çiziyorum, beceremiyorum millet iyi hoş çok güzel dese de. beğenmiyorum yazdıklarımı.

şöyle bir şey de var, bir çaydanlık çay yapıyorum dinlenmeye çekiliyorum okuyorum karalıyorum filan, noktalamaya dikkat ediyorum o zamanlar şimdi sallamıyorum. çaydanlıktaki çay soğuyo dolaptan aldığım icetea de ısınıyo, olması gerekenin tersi oluyo en son, soğuk çay sıcak icetea. dünya garip yer azizim, onlar eşitlenmeye çalışırken biz sıyrılmaya sivrilmeye atılmaya çalışıyoruz.

hep bi koşuşturmaca hep bi daha fazlasında gözümüz. hayır burada martı-simit edebiyatı yapmıycam da, düşlerin faizleri vardır. soyut, duygusal olarak yoğunluklu. o yok etrafta be. danışıklı dövüşlere atmışız kendimizi. insanlarla gerçek olamayacak derecede iyi geçiniyoruz, hayata dair gördüklerimiz gözümüzdeki güneş gözlüğünün kalitesi/fiyatı ile sınırlı filan. eskilerde yaşamak lazımmış. insanların duyguların hayatın mekanikleşmediği aldı-verdiye gelmediği zamanlarda. kurduğum cümleleri dürtüym afedersin. bir cacık söylemeden o kadar cümle israf  ettim. öyle işte.

gecelerin banko şarkılarından led zeppelin - ten years gone çalıyo. belki bi iki film, sabah horozlarının kulak çizen ninnileriyle uyurum sonra. son final de sabah girmiycem ona, psikopat 104 kitap verdi 4 ayda okunacak, sallamadım ben de çok, vizesine de girmedim. o değil de hakkaten hiç öğrencilik yapmadım bu sene ben, okula almıycaklar utanmasalar hatta. neyse öyle oldu, seneye artık. çok şey yüklüyoz seneye bakalım, kaldırabilecek mi bilmiyoruz, umarım çökmez. çökerse de koy götüne, sigaramız parlak kafamız kıyak olsun, mezemiz biraz peynir biraz da zeytin olsun, içerim arkadaş içerim işte, içerim arkadaş sarhoşum işte, doldur be meyhaneci boş kalmasın kadehim, doldur be meyhaneci yanıyor içim içim, doldur be meyhaneci dönüyor başım ne biçim, doldur be meyhaneci kör kütük sarhoşum o biçim ahaha :D neyse led zeppelin mode:on olalım.

Did you ever really need somebody, And really need 'em bad
Did you ever really want somebody, The best love you ever had
Do you ever remember me, baby, did it feel so good
'Cause it was just the first time, And you knew you would 

dedi dedi dedi doyamadık. öyle böyle değil yani önünü alamadık, doyarız dedik yine doyamadık. belki yine uyumam sabahtan okula gider duble-gün yaparım yine. ortalama bi insanın ölmesi lazımdı bu kadar çalkantılı uyku düzenine ben nasıl hala bir şey olmamış gibi durabiliyorum anlamıyorum. aha da i'm gonna leave you ya geçtik. komşular çok şeker insanlar lan, ya duymuyolar ya da duyup sallamıyolar. kurcalamamak lazım, jinxlemeyelim şimdi sonra başımda bitmesinler şöyle böyle diye.


sen el kadar bir kadınsındır
sabahlara kadar beyaz ve kirpikli
bazı ağaçlara kapı komşu
bazı çiçeklerin andırdığı
iş bu kadarla bitse iyi
bir insan edinmişsindir kendine
bir şarkı edinmişsindir,bir umut
güzelsindir de oldukça,çocuksundur da
saçlarınla beraber penceredeyken
besbelli arandığından haberli
gemiler eskirken,deniz eskirken limanda
sevgili

demiş adam. elalem yazıyo ya. hayır kendimi ustalarla sidik yarışına sokuyo değilim de,komşunun çiminin her zaman daha parlak ve daha renkli görünmesi durumu mu yani bu? öyleyse sevindirik filan olurum heralde.

güneş doğuyo şehre. güzelliklerin şehrine. sonradan memleket edindiğim yere. martılara günaydın selamı çakıp uyumak lazım aslında vakit geçtikçe psikopat bilim adamına bağlıyorum kayış kopuyo sonra. ama şöyle bi durum da var ki, kahve istiyorum. i cant quit you baby ye de geçti secde ettiğimin robertı, jimmysi.

ingiliz kanı taşıyaydım keşke diyorum bazen böyle olunca. doğuştan genetiğe işlenmiş iyi müzik yapma yetisi var adamlarda. belki o vakit mızıkamı da daha iyi çalar daha çok uğraşırdım onunla. tabi olmaz böyle şeyler, keşkeleriyle insan insan oluyor. küçük bir keşke tabi, hatta gırgırına dalgasına keşke. ama fena olmazdı hani. hem askerlikten filan da yırtardım. yaptım yeterince, götü kurtarana kadar neler çektim gökteki dallama bile bilmiyo. hele benden neler çaldığının hesabını ben bile yapamadım yani. neyse ki son düzlükte sol kulvardan atağa kalktık da fotofinişe burun farkıyla önde ulaştık cebimize koyduk sivil kimliği.
uyuyalım. uyanalım ve güzel şeyler görelim, güzel şeyler yaşayalım, güneş yalın ışıkla parlasın tenimize,yaz gecesi serinliği gibi vursun içimizdeki balkona hayat. uyuşuk gözlerle, hafiften çakır keyif çevirelim muhabbetimizi, sivrisineklere hepbir ağızdan saydıralım. dingin, sakin, ama coşkun bir neşeyle. oyunsuz, düzensiz, entrikasız, içten ve saf işte lan. öyle yani, en sade anlatımı bunun bu. o bunu dedi, bu ona şöyle yaptı, sonra biz de şöyle davrandık, duydun mu şunla şey şeye şey filan. kafa dinleyelim biraz, salt keyif sürelim. löp et demek gibi, vergisiz cash para demek gibi, en absolut halde keyif filan. oh türkçeyi de katlettim.

iyi sabahlar olsun. aşırı serbest takıldım, zaten repütasyon kaygım da, yazdıklarımın popüler olması kaygısı da yok. blogu çok taktığım da yoktu. oldu bu ya böyle iyi.

- Nereye peki şimdi?
+ Bir yere gittiğimizi bilmiyordum oysa.
- Gitmeliyiz.
+ Nereye?
- Gitmeliyiz işte.
+ Şimdi mi?
- Benim sorularımla beni ezmesen diyorum
+ Senin soruların ağır bence
- Kelimelerle neden bu kadar çok oynuyorsun anlam veremiyorum
+ Anlam vermek için desem hani
- Anlayarak konuşmuyorsun ki hatta
+ Konuştuğumu anlıyor musun sen?
- Bazen anlıyorum, bazen anlamıyorum
+ Anlayabiliyormuşsun demek ki işte
- Bu senin anlamadan konuştuğun gerçeğini değiştirir mi sanıyorsun?
+ Hayır, bu benim konuştuklarımın anlaşılabilir olduğu gerçeğini ortaya çıkarıyor
- Gaz yapıyorsun biliyor musun?
+ Kuru fasülye yapmayı bilmiyorsun kızım sen. Onları ıslatırk...
- Hep pisliğin önde gideni oldun farkındasın değil mi?
+ Babam da öyle derdi, temiz öldü o sonra. Yine de yıkadılar onu.
- Nasıl bu kadar rahat dalga geçebiliyorsun dünyayla, kendinle, insanlarla ya?
+ Dünya yuvarlak, ben ölümlüyüm, insanlar da kaypak. Hem yarısı da sap işte.
- Sapı biz sevgilisiz erkek için kullanırız
+ Biliyorum, en fazla birkaç saat içinde beni içine sokmayı planladığın popülasyon
- Bunu nereden çıkardın ki şimdi?
+ Benim sormam gereken soruları soruyorsun
- Sen, en masum piçsin tanıdığım
+ Ben de seni seviyorum.
- Öldüğünü kendi gözlerinle görsen kahkahalara boğulursun sen
+ Ciddi olduğumda en piç masum olduğumu söylüyorlardı. Kendi ölüme sadece ben gülebileyim diye bu  yolu seçtim ben de
- Ha içten olan kaybeder edebiyatı mı yapıyorsun şimdi de?
+ Hayır onu sizler yapıyorsunuz.
- Kaybettirdiler yani sana da
+ Kaybettirildik, kaybolduk. O zamandır bulamadım onun gibisini.
- Küstahsın ama cezanı seni sana bırakmayarak biçiyorum biliyorsun
+ Biliyorum, biliyorum. Geç oldu yatsak diyorum. Yarın tekrar denersin
- Merak etme, köprüden ikimizin de geçmesi imkansız emin ol.
+ Tokuşana kadar severim o zaman ben de seni
- Düşerken de sevme dikkat et de
+ Kanatlandım ben çok küçükken endişelenme
- Yine şu gizemli, eski aşkın mı?
+ Aynen uyusak da görsem rüyamda, hadi
- Orospuçocuğusun sen
+ Git mezarına söyle karının. Burada benim kafamı ütüleme.
- Kolunu aç sokulacağım.
+ E gel.
- Umarım sabah ölmüş olursun
+ Sana da tatlım